22 Mart, 2013

şem ü pervane

22 Mart, 2013 0
bir rivayete göre 17. yy da hece vezni ile yazılmış bir mesnevidir kendisi -ben öyle görmek istiyorum en azından-. ha, 17. yy dan daha önce sadi şirazi'nin bu konu ile ilgili bir hikayesi vardır. bu konu ile ilgili hikayeler çok çeşitlidir. bize göre hikayesi ise naçizane şöyledir; pervane diye bi' canlı vardır. ışığa gelir, uçar bilirsiniz. sinek gibi bir şey ama sinek değil, işte bu canlı mum ışığına gelir her dâim. nerde bi' mum ışığı görünse orda biter bu hayvanat. yavaş yavaş mumun ekseni etrafında dönmeye başlar, yavaş yavaş da yaklaşır ışığın(mumun) aşkıyla. artık öyle bir hal alır ki, yaklaşa yaklaşa kanadını yakar. fakat kanadını yakmak ona zevk verir, azap verir. hem azap hem de azap verir. zira azap, hem elem hem mutluluk manasına gelir. artık öyle bir an gelir ki kapaklanır mumun üstüne iki kanadıyla birden ve bir buğday tanesi gibi pıt diye düşer yere. aşk şehididir o artık. fakat mumun bundan haberi var mıdır? hayır. ama mum da cezasını can ipliğini tüketerek verecektir. evet. can ipliği yana yana gözyaşları sel olacak, bedeni solacak ve en sonunda mâşuka ne oluyorsa ona da o olacak; sönüp gidecektir.

09 Ekim, 2011

Fotoğraftan Öykü Yazmaca

09 Ekim, 2011 0
ZEMİN


“…Neden sonra bıraktım artık eşlik etmeyi. Artık yeterince ilgi çekici gelmiyordu yaptıkları o kadar şeyden sonra. Zil çalıyor sanırım. Kapı zilinin sesi ile birlikte irkildim. Bu saatte kim olabilir ki? Kapıcı? Hayır, çöpleri daha dün almadı mı? Postacı? Hadi oradan…artık sadece faturalar postayla geliyor ve son gelen faturaların son ödeme tarihleri daha geçmedi bile. Açmayayım. Evet evet…en iyisi açmamak. Basar basar gider nasıl olsa. Ya gitmezse? Gider gider. Evet, en iyisi açmamak. Ayakta uyuyorum hâlâ. Kendime bir kahve yapmalıyım. Dama tahtası? Dama tahtası mıydı acaba? Hayır hayır…ama yok…satranç tahtasına benziyordu daha çok. Zemini daha iyi görebilmem için daha güçlü bir dürbüne ihtiyacım var sanırım. Şimdi de telefon…sanırım yine psikoloğum arıyor. Ona, birine eşlik etmenin aslında gerçek manada kişinin psikopat olarak etiketlenmesine yetmeyeceğini söylememe rağmen hâlâ bu konuda ısrarcı. Benim insanları gözetlediğimi iddia ediyor. Halbuki ben insanları gözetlemiyorum. Sadece onlardan birine eşlik ediyorum. Iyyk! Bu kahve bayat mı ne? Ama elde kalan tek kahve de bu. Mecbur içilecek. Aralık ayında güneşte açabiliyormuş demek ki. İnsan, ömrü hayatı boyunca günlük güneşlik bir havada kar yağdığına kaç kez şahit olabilir ki? Şanslıyım. Şu anda dünya, ters çevirdiğimiz zaman karların plastik gökyüzüne doğru yağdığı o küçük, yarım dünyaya benzeyen hediyelik eşyalara benziyor olmalı. Tek farkı dünyayı istediğimiz zaman tersine çeviremiyor olmamız. Yoksa düzüne mi demeli. En azından bu tür hediyelik eşyaların zeminleri belli. Aman, neyse. Hem benim bütün dünyam o artık. Onun uydusu gibi yörüngesinde dolanıyorum. Dama tahtası olabilir mi? Yok, hayır. Kesinlikle satranç tahtası bu. Hangi zevksiz iç mimar böyle bir dizayna imza atmış olabilir anlamak zor. Ne oluyor orada? İlginçliklerine yine başladı galiba. Barfiks mi çekiyor ne? Yok canım daha neler. Üstündeki giysi ne öyle? Erkek gömleği mi o? Hayır hayır…ona böyle bir iftirayı yakıştırdığım için kendimden utanmalıyım. Şimdi anladım. Bu meleklerin üniforması olmalı. Eskiden beri annem de böyle tarif etmez miydi melekleri hem? Evet, bu kesinlikle bir melek üniforması. O sandalye de ne öyle? Acaba burada intihar etsem kapı beni tutar mı diye deneme mi yapıyor ne? Hayır…melekler intihar etmez ki. Yine o zemin…dama tahtası…yok yok…satranç tahtasına daha çok benziyor. O da ne? Dokuzuncu kattan bir daire kiralamanın zorluklarından biri de aşağıda olan biten her şeyi pire gibi görmek. Zemini de çözemiyorum gerçi ama olsun. Onu görebilmem için bu gerekliydi. O ışıklar? Yanılmıyorsam bu bir polis arabası. Alt kattakiler yine kavga mı ettiler acaba? Şu zil sesi de bir türlü susmadı. Şimdi de kapı vuruşları…dokuz sekizlik kapı vuranına da ilk defa rastlıyorum. Bu ne şiddet? Kıracaksınız yahu kapıyı. Hah, oldu işte. Kırıldı. Yoksa go tahtası mıydı? Hayır..sanmam. şunun şurasında kaç kişi biliyor ki bu oyunu. Tavla hiç deği zaten. Geriye tek bir olasılık kalıyor o da satranç. Evet..kesinlikle satranç olmalı. Turkuaz? Hayır hayır…mavi bu. Gökyüzü mavisi. Gözlerimde bir sorun var galiba. Gökyüzü mavisi ile turkuazı nasıl karıştırabilirim anlayamıyorum. Hele ki gökyüzü mavisini diğer herhangi bir renk ile nasıl karıştırabilirim. Gökyüzü mavisi gömlekli adamlar? O şapkalar? O ellerinde tuttukları delikli soğuk metal de ne öyle? Bu…bunlar polis! Demek ki benim için gelmişler. Ama neden? Benim bir suçum yok ki? Kim? Psikoloğum olabilir mi? Hayır, o olamaz. Pencere…evet pencereye yönelmeliyim yavaşça. Bugün çok iyi birgün. Kar da tutsaydı daha iyi olabilirdi. Tıpkı o eski ve güzel gün gibi. Babamla kartopu oynadığımız o ilk ve tek güne benzer bir gün bugün. Hmm…dürbünsüz de seçilmiyor pek. Kesinlikle satranç tahtası. Yine satranca kaldık iyi mi. İlk defa tuttuğum dairenin bu kadar yüksek olmasına seviniyorum. Böylece öteki tarafa geçişim kusursuz ve aniden olacak. Bunlar neden bağrışıyorlar anlamış değilim. Üzerime geliyorlar bir de. Altı üstü hava biraz soğuk. Onun dışında her şey mükemmel. Az biraz üşüyeceğim sanırım ama o kadar da olsun artık. İşte her şey hazır. Şimdi sadece son olarak bir adım atmak kaldı. Son bir adım. Artık tüm sorunlarımın uçup gitmesine ve meleğime kavuşmama bir adım kaldı. Bunlar, eski ve mutsuz hayatımın son, yeni ve mutlu hayatımın ilk saniyeleri. İşte gidiyorum…bir insan ölünce binlerce hayal, binlerce anı, binlerce umut, binlerce kötülük, binlerce iyilik, binerce aşk, binlerce acı ve en kötüsü de binlerce insan ölüyor. Bunu şimdi kavrıyorum. Ve bir insan yeniden doğunca tüm bu durumların, duyguların, olayların, olguların ve kavramların yeninden ete kemiğe büründüğüne şahit oluyor. Fakat hiçbiri eskisi gibi değil. Hepsi yenileniyor. Bu sonsuz bir döngü gibi tekrarlanıp duruyor…sonsuza kadar dönen bir atlı karınca misali. Her şey birbirine o kadar bağlı ki. Galiba..evet…evet işte buldum. Tamam. Domino tahtası bu. Evet, zemin bu. Bu domino etkisinin başka bir zeminde hayat bulması düşünülemez bile. Zemin… domino…yavaşça gözlerim kayıyor ve her şey gibi zemin de gözümde ve beynimde gittikçe flulaşıyor. İlk defa zemin dahil her şey gittikçe flulaşırken daha da belirginleşiyor ve anlam kazanıyor. İlk defa…! Artık her şeyi anlayabiliyorum. Bir sonraki durağım ise soğuktan yer yer çatlamış, yeni dökülmüş sıcak asfalt zemin…bu soğuk kış günü biraz olsun içimi ısıtacağını umuyorum.

Artık rahatça ölebiliri…”

28 Nisan, 2011

elif şafak'ın araf romanına psikanalitik bir bakış 1

28 Nisan, 2011 3


Davranış şekillerimizin, olaylara karşı gösterdiğimiz tepkilerin ve tutumlarımızın nedenleri ilk çocukluk dönemlerinde yaşadıklarımızda saklıdır. Eğer bir insanın bir olay karşısında verdiği tepkilerin, tutum ve davranışlarının sebeplerini merak ediyorsak, o insanın çocukluğunda yaşadığı ilk anılarını incelememiz gerekir. Nevrotik vakalar, psikolojik bozukluklar ve fobiler incelendiğinde görülecektir ki bu tip durumların sebebi kişisinin geçmişte yaşadığı ve bastırmak durumunda kaldığı bir iç çatışmanın şimdiki zamanda ortaya çıkmasıdır.
Elif Şafak’ta “Araf” romanında yarattığı hemen her karakteri, ya bir psikolojik sorun ya bir otomatizm ya bir fobi ya da bir kompleksle örerek adeta klasik psikanalizin kollarına sorunlu ve kanlı canlı bireyler bırakmıştır. Bu durumda yazar bilerek veya bilmeyerek, Ömer’in aidiyet sorunu altında yatan nedeni görebilmek, Alegre’nin blumiasının nereden kaynaklandığını çözebilmek, Gail’in obsesif komplüsif’inin temeline inebilmek, Abed’in “ben” ini ararken neden bu kadar zorlandığını söyleyebilmek için bizi romanı inceleme yöntemlerinden, psikanalitik yönteme itmiştir.

İşte tüm bu karakterlerin sorunlarının altında yatan gerçek nedenler, aslında onların ilk çocukluk dönemlerinde yaşadıkları çatışmanın bastırılıp bilinçaltına itilmesi ile ilintilidir. Buzdağının görünmeyen kısmı olarak niteleyebileceğimiz bilinçaltı, davranışları yönlendirici ve biçimlendirici bir özelliğe sahiptir.

Hiçbir Yere ve Zamana Ait Olamayan Bir Başkişi: Ömer

Aitlik Hissinin Yitimi

Ömer Özsipahioğlu, Boğaziçi Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü’nü bitirdikten sonra Siyaset Bilimi alanında doktora yapmak üzere Amerika yolunu tutmuş bir Türk genci ve Araf romanının başkişisidir.
«…ilk olarak 2002 Haziranı’nın ortasında…» , 24 yaşında iken Amerika’ya gelen Ömer aracılığıyla ne tam manasıyla bir Türk kimliği taşıyan ne de kendisini başka bir yere ait hisseden “araf”ta kalmış bir insan profili çıkartılmaktadır. Varoluşsal manada insanın var olması, bir yere ve zamana ait hissetmesi, onun dünyada kendi yerini belirleyebilmesine bağlıdır. İnsan, bulunduğu mekânı ve zamanı duyumsadığı sürece yaşama etkin bir biçimde katılabilir. Aksi takdirde zaman ve mekân flulaşarak yok olur ve insanın yaşama tutunma çabaları kendi kendini öğütmeye başlar. Bundan bir adım ötesi de insanın varlığını kanıtlama çabasından vazgeçmesidir.
Ömer, küçük yaştan itibaren aldığı İngilizce eğitim ve Anglosakson kültürü ile yetişmiş bir çocuktur. Zaten üniversite hayatında da İngilizce eğitim almaya devam etmiştir. Ailesinin yapısı her ne kadar klasik Türk aile yapısına benzese de, evdeki orijinal tablolardan, şık mobilyalardan ve ailesinin davranışlarından anladığımız kadarıyla Ömer’in ailesi burjuva bir aile görünümünü çizmektedir.

«Oturma odası gayet şık döşenmişti, seçkin, zarif ve iddialı ama a la mode olmayacak kadar hesaplı. …Duvarlar zevkli çerçeveler içindeki zevkli tablolarla süslenmişti, Gail hepsinin orijinal olduğuna emindi. »

Kendisini ait hissetmediğini belirttiği Türkiye’nin, Ömer üzerinde etkileri olduğu da yadsınamaz bir gerçektir. Ne de olsa 24 yılını geçirdiği bir ülke olmasının yanında Türk bir aileye mensup olması nedeniyle onun bu gelenek içinde büyümesi de Türk inanışlarının, gayri ihtiyari bilinçaltında yer etmesine sebep olur. Arada bir bu etki Ömer’de belirgin bir hal alır.

«Her ne kadar zaman zaman kendini Türkiye’den kopuk hissetse de, Ömer içinde büyüdüğü kültürel ethosu bilerek ya da bilmeyerek içine sindirmişti. Çok gülenin çok ağlayacağına inanan, fazla ya da yüksek sesle gülmenin iyi olmadığını, hatta uğursuz olduğunu öğütleyen, zira bu neşe sağanağını bir elem sağanağının takip edeceğinden korkan bir ethos. Gözlerinden yaşlar elen kadar gülersen sana şu basit gerçeği unutmamanı tavsiye eder bu öğreti: “göz yaşarana kadar gülmek” gülmekten ziyade ağlamaya yakındır.»

Türkiye’de büyüdüğü için Türk kültürü ile de etkileşimde bulunmak durumunda olan Ömer, yaşadığı bu kültür ikilemi ile varoluşsal dayanağın ilk halkası olan kültür dayanağını kaybetmiş gibi gözükmektedir. Kendisini herhangi bir yere ait hissetmeyen dolayısıyla ülkesine yabancılaşan bir birey olarak karşımıza çıkan Ömer’in dinine yabancı olması da olasıdır. Zira Ömer’in, kendisi gibi Müslüman olan ev arkadaşı Abed’le ters düşmesi bağlamında verilen yönleri ve konuşmalarından dinine, hatta bütün dinlere uzak bir kişilik sergilediğini söyleyebiliriz. Ayrıca Abed de onu içki içmesi, kadınlarla beraber olması gibi konularda eleştirir; onun «yoldan çıkmış bir Müslüman» olduğunu yüzüne vurmaktan da çekinmez. Zaten romanda Ömer’in dine bakış açısı; «Ne İslam’la ne de başka bir dinle alakası olsun istemeyen bir doğuştan-Müslüman; Tanrı’nın bilinebilirliğine değil Tanrı’nın kendisini bilmesine karşı çıkan bir bilinemezci.» tanımıyla verilir.

Amerika’ya doktora yapmaya gittikten sonra da varoluşsal dayanağının ikincisini, yani mekân dayanağını da kaybetmiştir. Roman, nerde ve ne zaman kaybettiğini bildirmemekle birlikte, Ömer’in son varoluşsal dayanağı olan “zaman” dayanağını da kaybettiğini bildirir. Ömer’in iç dünyasına dair çevresindekilerce pek bilinmeyen ama romanda büyük ölçüde yer eden bir nokta onun zaman kavramına karşı duyduğu antipatidir. Zamanı tahammül edilemez bulduğundan onu ölçmeyi daha da itici bulduğu söylenirken onun bu yüzden saat takmadığı ve derslere, çeşitli programlara da geç kaldığı görülür. Halka açık yerlerdeki saatlerin yakınından geçerken bile tedirginlik duyan Ömer’in bu konuda içinden geçirdiği düşünce de oldukça ilginçtir.

«… nasıl olup da kimsenin kaale alınmayı hiç kaale almayan bir şeyi daima kaale alma zorunluluğundan rahatsız olmadığını anlayamazdı.»

Roman boyunca olayların süreçlerini farklı bir yöntemle ölçtüğü görülür Ömer’in. «Dengeyi tesis etmek için en sevmediği şeyi ölçmekte en sevdiği şeyi kullanıyordu» cümlesiyle açıklanan bu yöntem müzikle ölçme sistemine dayanmaktadır. Şöyle ki; Ömer her sürecin –bir yere giderken yolda geçirdiği süre vs.- o an kulaklığından dinlediği şarkının kaç kere tekrar ederek dinlenebilmesi esasına dayalı bir sistem geliştirmiştir. Hatta abartıp, evliliğinin kötü ilerleyişi üzerine Abed’le yaptığı sohbette son on dört ayı tek bir şarkıyla geçirmenin hesabını yapmıştır.

«“On dört ay önce kulaklıklarımı takıp Nick Cave’in şu şarkısını tekrar tekrar çalmış olsaydım…” peçetenin üzerindeki malumatı bulmak için durakladı, “...223946,96 kere dinleseydim aynı şarkıyı, kulaklıklarımı çıkardığımda tastamam on dört ay geçmiş olurdu. Benim içinse sadece tek bir şarkı olurdu on dört ay.”»

Ayrıca romanın, Gail’in intiharını anlatan, son cümleleri de bu zaman anlayışının altı çizilerek oluşturulmuştur.

«Ömer’in walkman’inde bir şarkı çalıyor. Şarkı üç dakika yirmi saniye ama tekrar tekrar çalınırsa sonsuza kadar sürebilir.
Gail’in düşüşü sadece 2,7 saniye sürüyor.»

Görüldüğü gibi Ömer, zamanın geçmesine dayanamamakta ve sevmediği bir şeyi sevdiği bir şeyle ölçme girişiminde bulunmaktadır. Bu durumun bir nedeni de Ömer’in duyduğu korkudur. Bu korkunun temelinde kaybetme duygusu vardır.

«Evet korktuğunu kabul ediyordu. Birini gerçekten sevmekten, sonra onu kaybetmekten, yerleşip ister aile, ister ülke, ister evlilik olsun bir yerlere ait olmaktan, hayatın dönüşsüzlüğünden, geriye saldırılamazlığından ve ebedi düşmanı zamanın çizgisel akışından korkuyordu.»

Ömer, sadece kaybetme korkusu yaşıyor da değildir. Amerika’ya uyum sağlayıp sağlayamayacağını ve ev arkadaşlarıyla uyum sağlayıp sağlayamayacağını düşünüp korkuyor, ayrıca insanların kendisi ile alay etmesi halinde ne yapacağını bilememekten çekinir.

«Ayak uydurulması gereken çok fazla şey, incelenip öğrenilecek epeyce günlük alışkanlık vardı. Ama sonuçta ona öğrenmek değil de, ayak uydurmak battı. Ömer Özsipahioğlu ruhunun en alt kademelerine kadar her katmanında yılgın ve huzursuz, kendisiyle alay edilmesinden korkan bir adamdı…»

Erikson’un psikososyal kuramına göre 12-18 yaş arası kimlik kazanmaya karşı rol karmaşası diye tabir edilen bir dönemdir. Çocuk kimliğini arar ve “ben kimim?” gibi sorular sorar. Birey bu dönemde uygun bir kimlik bulamazsa, kimlik krizine girer ve ileride yaptığı her şeyden dolayı bir suçluluk duygusu duyar. Yaptığı işlerle alay edileceğini, görünüşü ile dalga geçileceğini ve yaptığı işin bir değeri olmadığını düşünür. Ömer’in durumuna baktığımızda ise Ömer’in bu dönemi sağlıklı bir şekilde atlatamadığını görürüz. Böylece Romanın başkişisi Ömer’in iç dünyasında en çok dikkat çeken tarafı olan kendisini bir yere/ kişiye/ zaman ait hissetmemesi durumunu açıklamış olduk.

Ödipal Kompleksinden Kurtulamamışlık


Dört, beş yaşlarındaki çocuğun cinsel içgüdülerinin cinsel organlarda toplandığı döneme Freud, genital dönem ya da fallik dönem der. Bu dönemde erkek çocuk için özellikle annesi büyük önem kazanır, doğduğundan beri tek doyum nesnesi olan annesine bağlılığı şimdi de cinsel bir boyut kazanmıştır. Geceleri onun yanında yatmak ister, giyinip soyunurken annesini merakla izler, sevgisini açıkça gösterir, büyüyünce kendisiyle evleneceğini söyler. Erkek çocuk, bu sıralarda annesine tek başına sahip olmak ister, babasının varlığını bir engel olarak görür. Ondan nefret eder, hatta ölümünü ister. Diğer yandan annesine beslediği sevgiden dolayı, kendisini babasına karşı suçlu hisseder. Bu gizli isteklerini babasının sezdiğini sanır, bunda ötürü babası tarafından cezalandırılmaktan korkar. Hadım edilme endişesine kapılır. Erkek çocuktaki bu iç çatışmaya Freud, Ödipus kompleksi demiştir.
Ödip döneminde çocukta -babasından da kaynaklı- dış dünyaya karşı bir güvensizlik eğilimi ortaya çıkar. Dış dünyadan korunmak için yeniden ana rahmine dönme ihtiyacı hisseden çocuk, doğumla birlikte artık oradan çıkmıştır ve oranın tek sahibi babadır. Baba faktörünü saf dışı bırakmaya çalışan çocuk, annesinin tek arzu nesnesi olmaya çalışır. Bu dönemde babanın çocuğa karşı tutumları, çocuğun karakterinin şekillenmesinde çok etkilidir.
Ödip kompleksinden kurtulmanın tek yolu babanın annenin fallusuna sahip yegane kişi olduğunun kabullenilmesidir. Böylelikle çocuk annesini değil de başka bir kadını arzu nesnesi yapar ve cinsel kimliğini kazanır.

Romanın başkişisi Ömer’in de hareketlerine baktığımızda Ödipal kompleksten kurtulamadığını görürüz. Ailesine karşı iyi davranmayan Ömer, Gail’in İstanbul’a gelip Ömer’in ailesiyle tanışmasından sonra, ona onlara karşı neden sert olduğunu sorması üzerine verdiği cevapla iç dünyasını bir parça dışa vurmuş olur:

«“İçimde sadece aileme karşı değil kendim dâhil bir sürü şeye karşı tortulanmış bir öfke var, biliyorsun... Ama birisi bana neden böyle öfkeli olduğumu sorduğunda nasıl cevap vereceğimi bilemiyorum…”»

Ömer’in neden kaynaklandığını bilmediği bu durum, onun Ödipal kompleksinden kurtulamamışlığıdır. Annesi ve babasını sürekli olarak değiştirmeye çalışan, babasının annesinin fallusuna sahip yegane kişi olduğunu kabullenemeyen ve onu hala bir düşman olarak gören, düşmanı yenmeyi başaramayınca da annesine de düşman olan bir başkişi ile karşı karşıyayızdır.

«Annesiyle babasını değiştirmeye çalışmaktan ve değişmediklerinde hüsrana uğramaktan vazgeçmeye (…) karar verdi.»

Amerika’ya gittikten sonra annesinin onu sık sık araması da Ömer’in bu kompleksi aşmasında bir engel olarak görünmektedir. «İyi misin? Tayfun nasıldı?» , «eğlenmeye gideceksen keskin nişancıya dikkat et» Sık sık arayıp Ömer’i kontrol eden annesine karşı Ömer, umarsız ve saldırgan davranır. Bunun sebebi ise daha çok babaya karşı duyduğu suçluluk duygusu ve kompleksi atlatamamışlıktan ileri gelen anneye karşı sevgi yitiminden kaynaklanır.

«Ancak eksik gedik bir şefkatle sevebildiği bir anneye hiç umrunda olmayan konularda söz verip durduğu için vicdanen rahatsızlık duysa da artık bu sözlerin sayısı öyle kabarmıştı ki, bir yenisi neyi değiştirecekti?»

Bu durum Ömer’in ilişkilerine de yansımış, kız arkadaşları ile cinsellik dışında bir bağ kurmaktan onu alıkoymuştur. Kendine annesi gibi birini aramış, bulana kadar da karşı cinsle cinsellik dışında bir ilişki kurmamıştır.

«“Sen kepazenin tekisin Omar” dedi Abed sırıtarak. “Kadınlarla yatmak için yapmayacağın şey yok. Gözünün değdiği bütün kadınlarla!”»

Romanda Ömer’in sevgilileri nicelik açısından oldukça fazladır. Romanın ilk sayfalarında Ömer Gail’le evlidir; ancak ilerleyen sayfalarda zamanda geriye dönüş şeklinde kurgulanmış, Ömer’in Amerika’daki ilk günlerinden itibaren anlatılmıştır. Bu süre zarfında Ömer’in hayatına giren, biri İstanbul’da bırakıp geldiği Defne, biri de evlendiği Gail olmak üzere toplam sekiz kadının adı geçer. O, bir ilişkiden diğerine geçmekte gecikmez ve ilişkiler konusunda başarısızlığı şöyle ifade edilir:

«Ömer’in karşı cinse meyli, bir oyuncak arabanın kendi yolunda ilerlerken karşısına çıkan her engelin önünde acıklı acıklı debelenmesine benzetilebilirdi. Tıpkı o pilli arabalar gibi, ne zaman engelin üzerine çıkmayı başaramayıp sırtüstü yuvarlansa, ters dönmüş bir kaplumbağa gibi debelenir ve nihayet taklasını tamamladığında tekrar tırmanıp tekrar düşer, pilleri tümüyle bitene ya da bir dış güç onu bu taklanın içinden çekip çıkarana kadar asla yöntemini değiştirmeyi aklına getirmeden bunu ha bire tekrarlardı. İşleri daha da karmaşıklaştıran onu bir kadın taklasından çekip çıkaranın genelde başka bir kadın olmasıydı.»

Gail’i annesine en yakın ideal kadın olarak görüp ona aşık olduğunu fark edene kadar bir çok ilişkisi olan Ömer’in sevmekten kaçtığı ifade edilmektedir. Üstelik Ömer’in kız arkadaşlarının farklı farklı milletlerden olması onun bilinçaltında “anneye benzer bir eş” aramasından kaynaklanmaktadır.

«Pearl’le de Vinessa’yla da, Marisol’le de bir şey değişmiyordu, hep o eski şablon: sevmeden sevilme isteğiydi son tahlilde Ömer’inki.»

Sevmeden sevilme isteği, annesini bir arzu nesnesine dönüştürdüğü için babasına karşı duyduğu suçluluk duygusundan ileri gelmektedir. Cinsel ilişki kurma konusunda yaşadığı başarıdan dolayı kendini cezalandırmakta ve eğer severse babası tarafından cezalandırılacağını, cinsel organının kesileceğini düşünüp cinsel organını korumaya çalışmaktadır. Fakat romanın içerdiği süreçte Ömer’in korktuğu başına gelir ve o Gail’e aşık olur, hem de karşısında aynı şiddette bir aşık insan olmadığının bilincindedir. Daha önce sevmeden sevilme arzusuna karşılık bu kez sadece, bir gün daha fazla sevilmenin umuduyla sarılır aşkına. Gail’de annesini bulduğunu sanan Ömer, çok kısa bir süre içerisinde Gail’in obsesif kompülsif nedeniyle ortaya çıkan gel-gitlerine ayak uydurmayarak, evlenirken birbirlerinin geçmişlerini karıştırmayacaklarını söylemelerine rağmen Gail’in geçmişini merak edip karıştırarak ve son olarak ta onun ölümünü izleyerek mutsuz olur. Böylece Gail’in, Ömer’in annesinin özelliklerini taşımadığını anlarız. Hayat Ömer’e bir oyun oynamış ve onu yanıltmıştır.

Onun sigara, “ot” ve alkol bağımlılıkları da muhtemelen bilinçaltında kendi kendine ceza verme isteğinden kaynaklı bir harekettir.

-devamı gelecek-

21 Nisan, 2011

pig brother is watching you!

21 Nisan, 2011 0

alsana bi' farmville sloganı/manifestosu. yav anlamlı taşhih filan değil olm yaptığım. farmville hastalığının (artık hastalık diyorum buna) hangi sınırlara dayandığını görebilirsek, anlatmaya çalıştığım şeyi daha iyi kavrayabiliriz sanırım. bunu şöyle açıklayayım;


geçen gün, alelade, herhangi bir toplu taşıma araçlarından birinde (yenikonuş'ta buna otobös deniyor, sdjksdjk) seyahat ediyorum. toplu taşıma aracında müzik dinlemediğim ender anlardan birisi de aynı zamanda. kitapta okumuyorum. aslında toplu taşıma araçlarında kitap okumayı, tamamen toplu taşıma araçlarında bitirdiğim bir kitaptan bi' bok anlamadığımı fark ettikten sonra bıraktım. -uzun bir zaman önceydi bu-. belki de o benim aptallığım, bilemiyorum, ama en son toplu taşıma aracında kitap okurken, okuduğum sözcüklerin, toplu taşıma aracının bir o yana bir bu yana sallanması esnasında birbirlerine karışarak adeta bir sebze çorbası olduklarını hissettim. ve bu sebze çorbası da hiç öyle yenecek cinsten bir şey değildi. baş ağrısı ve mide bulantısı da cabası. insan, yaşı ilerledikçe, okuduğu herhangibir şeyden bir şey anlaması için statik/stabil bir yere ihtiyaç duyuyor sanırım. bende işte o günden sonra artık toplu taşıma araçlarında kitap okumuyor, genel eğilim gibi müzik dinliyorum. fakat sadece nedenlerimiz farklıydı öteki insanlarla. okuyabilsem, müzik dinlemem yani.

buraya kadar okuduysanız bu yazıyı, "bu ne diyo mınakoyım ya" demişsinizdir muhtemelen. ya da "aha şimdi dağıttı konuyu işte. buradan hayatta toparlayamaz" demişsinizdir. bazılarınız da "bu boş beleş saçmalıklarla bu kadar zamanımı aldın vicdansız. ne kadar boş bi' adamsın." demişsinizdir. bana sorarsanız buraya kadar okudunuz madem, bundan sonrasını da okuyun derim ben ama önce buraya kadar okuma sabrını göstermiş ve bu sabrı devam ettirerek ne anlattığımı merak edip entryi sonuna kadar okuyacak kişilerden, konuyu dağıttığım için özrü bir borç bilirim.

neyse, gelelim konumuza. efendimmm....ne demiştik? heh...müzikte dinlemediğim için bir arka koltuğa oturan iki kişinin normal desibel değerlerini aşan bi' sesle yaptıkları konuşmaya ister istemez kulak misafiri oldum. (insan misafire bi' çay koyar, ama nerdee? evet, bu berbattı biliyorum. yüzüme vurmayın, ağlarım. bir senelik berbat espri kontenjanımı doldurmuş bulunuyorum.) tam olarak konuşma şöyle bir şeydi;

-sen ne ektin?
+ya ben üzüm ektim. en verimlisi o bence. sen ne ektin?
-aslında ben bi' şey ekmedim. çiftliğin tamamını dolduracak sayıda domuz aldım. gidip gelip onlara bakıyor, arada bir de onları sağıyor (evet, sağmak kelimesini kullandı) ve garip bir haz alıyorum. gidip gelip seviyorum filan...
+aaa, harbi lan, mantıklıymış aslında.

tabii hemen benim kafamda şimşekler çakmaya başladı. her yerde bir domuz kafası ve altında yazan şu cümleyi görür gibi oluyordum.

"pig brother is watching you"

hayır hayır, görür gibi oluyordum fazla. gördüğümden emindim. bu durum böyle bayağı bir sürdü. nereye baksam bi' domuz kafası ve altındaki o cümle...ve işin enteresan tarafı, farmville'deki "komşu"larım teker teker tüm arazilerini domuzlarla dolduruyorlar, onlara her yerde gördüğüm domuz kafasını ve altındaki cümleyi anlattığımda bana deli muamelesi çekiyorlardı. artık herkes deli diyorsa bir şey var bu işte diye düşündüm. evet, delirmiştim sanırım. ama bu, düşündüklerimin ve gördüklerimin gerçek olmadığı anlamına gelmezdi. (ehehe)...yine birgün farmville'den çıkıp bilgisayarı kapadıktan sonra yatmaya gidiyordum ki, kütüphanede öylece duran george orwell kitapları gözüme ilişti. 1984 ve hayvan çiftliği...onları görmemle kendime, uzun bir süre önce okuduğum hayvan çiftliği ve birkaç gün önce bitirdiğim 1984 ün bileşkesi bir dünya yarattığımı anladım. "hakikaten de delirmişim" dedim. aslında deli olmak koymuyordu da, kurduğum dünyanın gerçek dışı olması daha çok koyuyordu bana.

"resmen delirmişim" dedim kendi kendime, ve kendimi de buna inandırdım. evet, kendimi de yenmiştim. -:))-

ama, bir düşünsenize lan, farmville, kitlelerin tarım toplumuna evrilmesindeki süreçlerden biri olan alıştırma safhası için yapılmış bi' oyun olamaz mıydı?

yok lan, harbi delirmişim ben. komplo teorisinin de bu kadarı mınakoyım.

ha, bu arada;

ı love pig brother...especially when it s ready to harvest!
(doğru mu kurdum lan cümleyi? ehehe. bak yine etkili bitirelim derken sıçtık. neyse, olur öyle.)

19 Nisan, 2011

Kitab-ül Hiyel Hakkında Kısa Bir Mülahaza

19 Nisan, 2011 0
UYARI: eğer romanı okumadıysanız muhtemelen bu değerlendirme yazısı sizin için bir şey ifade etmeyecektir. ama yok, ben illa ki okuyacağım diyorsanız benden günah gitti.


bu dünyayı çekilir kılan nadir şeyler var benim için. bunlardan biri de ihsan oktay anar'ın
varlığıdır sanırım. onun tüm kitaplarını okumama ve eşe dosta çözümlememe rağmen bunları herhangi bir kayır altına almamışlığımın olduğunu yeni farkettim. söz uçar yazı kalır misali -hatta söz uçar, yazı da silinebilir, ama net ortamında yazmak daha başka tabii- yazmaya karar verdim. bu benim için herhangi bir romanı ilk kez değerlendirişim olacak. bu yüzden de biraz kısa tutacağım sanırım.

başlıktan da anlaşıldığı kadarıyla ihsan oktay'ın Kitab-ül Hiyel romanı ile başlayacağım. üzeyir'in bildiği her şeyi bir kuyuda bir anda unutması ile başlayan hafıza kaybı süreci ile zihninde belirmeye başlayan noktanın asıl başlangıç olduğuna inandığım bir romandır bu. başlangıç biraz kör ve topal bir betimleme gibi kaldı aslında. asıl başlangıcı ve sonu budur romanın. yani olay budur.

evet, romanda bir sürü felsefi alt yapı var. câlud ve davud'un mitik hikayesi, esmeralda vb vb. zaten böyle dallanıp budaklanan bir hikayenin alt yapısının da tek bir mitik ögeden çıkmasını bekleyemeyiz, fakat işte romanın sonuna gelindiğinde, tüm bu dallanıp budaklanan küçük hikayeleri bir felsefe altında birleştirme ihtiyacı doğuyor ve anında "nokta" devreye giriyor. nokta, yani vahdet; ve hiyelkarların onu kesrete çevirme çabası. aslında anar tam olarak bu felsefeye de hizmet etmiyor. bu felsefenin ilahi dayanağını kaldırıp, yerine insani bir dayanak koyuyor. fakat gizemin sürmesi için hafif ilahi tortular bırakıyor üzerinde. iki farklı tahayyül yazısı ile ve göz-kör kelimelerinin osmanlı türkçesi'ndeki yazılışlarını vererek aslında bu kelimelerin, bu kelimelerin kavramlarının ve bu kelimelerin kavramlarının felsefi derinliklerinin tek bir şeyden fışkırdığının altını çiziyor, ve sonunda "hile" demek olan "hiyel" cilerin üstünde bir güç olarak "hayal"cileri yaratıyor. kimdir bu hayalciler? tabii ki ihsan oktay anar ve onun gibiler. efendim çok ıkınıp sıkılsak ve hiyeli ilim diye alsak, hayalide aşk diye alsak, alttaki şu beyitle tüm romanı özetlemiş olur muyuz? bence oluruz.

"'ışk imiş her ne var alemde
ilm bir kıl-ü kaal imiş ancak"

evet, ben bunu anladım kısa ve öz olarak. tabii kitabın kelime kadrosuna, kurgusuna filan hiç girmedim daha dikkat edersen. o da başka bir bahara.

07 Mayıs, 2010

aziz yıldırım'dan olay yaratan açıklamalar.

07 Mayıs, 2010 0
fenerbahçe futbol klübü başkanı aziz yıldırım, trabzonspor'a 3-1 kaybedilen
kupa finali sonrası mikrofonlarımıza şok açıklamalarda bulundu. gelecek seneden itibaren kupada artık yer almayacaklarını belirten aziz yıldırım, her şeyi yaptıklarını fakat yine de kupayı alamadıklarına söylerken duygularını daha fazla gizleyemeyerek hıçkıra hıçkıra ağladı. bir süre sonra kendine gelen aziz yılıdırm; "o kadar kupa finali oynadık, bari 3 kupa finali oynayana bir kupa verseler ya. ne olur ki!" diye de ekledi.

maç sonunda fenerbahçe teknik direkötür daum'da yaptığı basın toplantısında manidar sözler sarfetti; "ja,natürlich. ich immer verlieren..." üzüntüsünden ne dediği tam olarak anlaşılamayan daum'un "ben işte böyle bi adamım. hep finallerde kaybediyorum anasını satayım." dediği sanılıyor.

31 Aralık, 2009

adsense olayı

31 Aralık, 2009 0
bi' adsense'e bulaştık abi, kafa allak bullak oldu lan. ne zor bi' şeymiş lan bu? ya acaba herkes benim kadar zorlanıyor mu yoksa ben mi salağım? önce gadget'tan yapayım dedim, yaptım. ama baktım ki bi' sürü tıklamadan sonra sıfıra sıfır elde var sıfır. taaa üç dört sene önce açmışım bi' de ha bu adsense hesabını. teknolojiden anlamadın mı böyle oluyo hacı işte. neyse efendim, madem bu böyle olmuyo dedim, html olarak alayım dedim reklamları, gadget'tan html şeysine gireyim. o da olmadı mınıskyim. :/ sonra baktım bu "post" lara atılabiliyo bu kodlar. attım, çalıştı sonunda. ehehe. bari üstüne bi'de çektiğim çileleri karalayayım da, mal mı lan bu, sadece adsense reklamlarını post etmiş demeyin dedim. ahan da işte o meşhur reklamlar...kalın sağlıcakla;


30 Aralık, 2009

Yalnızız

30 Aralık, 2009 0
bu kitabı sana ithaf ediyorum. başının üstünden büyük bir rüzgâr geçiyor. yalancı bir fecirle başlayan asır kararıyor ve sana tek ümit ışığı olarak en kuvvetli kaynağı uranyum'da değil, senin ruhunda sıkışmış maddeden koparıp çıkardığın korkunç tahrip âletinin patlayışıdan yükselecek alevi bekletiyor. ey bahtsız! tarihin hiç bir devrinde kendine bu kadar yabancı, bu kadar hayran ve düşman olmadın. laboratuarında aradığın, incelediğin, oyduğun, dibine indiğin, sırrını deştiğin herşey arasında yalnız ruhun yok. onu beyin hücrelerinin bir üfürüğü sanmakla başlayan müthiş gafletin, otuz yıl içinde gördüğün iki muazzam dünya harbinin kan ve gözyaşı çağlayanlarında en büyük dersi arayan gözlerine bir körlük perdesi indirdi. bırak bu maddeyi, boğ şu ölçü dehanı, doy şu fizik ve matematik tecessüsüne, kov şu kemmiyet fikrini, dal kendi içine, koş kendi kendinin peşinden, bul onu, bul kendini, bul ruhunu, bul, sev, bil, an, gör, kendi içinde gör allah'ını. kendine dön, kendine bak, kendine gel. aptalca bir konfor aşkından doğduğu halde herbiri daha korkunç bir dünya harbi hazırlayan teknik mucizlerinin yanında, senin iç zıtlıklarını elemeye yarayacak ve seni kendi kendinle boğuşmaktan kurtaracak ruh mucizelerini ara. inan mânevîlere ve mukaddeslere, inan! onlar hakkında bu kadar küçükçe düşünmekten utan! her sezilen derinliğin ifşa ettiklerini düşünmekten bile seni alıkoyan tabiatçı metodlarını fırlat ve bitlenmiş elbiseler gibi at. ortaçağ papazında haklı olarak ayıpladığın darkafalılığın anlayış sınırlarını daha fazla darlaştıran beş duyu idrakinin kapalı dünyası içinde kalma.

PEYAMİ SAFA/YALNIZIZ
 
◄Design by Pocket, BlogBulk Blogger Templates. Thanks to Blogger Templates. Distributed by Deluxe Templates